30 Ağustos 2008 Cumartesi

MEDYA OKURYAZARLIĞI...


Son iki yazılarım, blog oyunu adı altında son zamanlarda toplum olarak, anne-baba olarak birçoğumuzu, çocuklarımız adına rahatsız eden konulara değinmiştim.Bu konular, aslında sayın yetkili merciilerimizinde farkında olduğunu gösteriyor ki; Milli Eğitim Bakanlığı ve RTÜK' ün işbirliği ile ilköğretim öğrencileri arasında Medya Okuryazarlığı konulu şiir yarışması düzenlemişler.Ödül alan şiirlerin toplandığı şiir kitabı şu an elimde. Ben de bu kitaptan bir-iki şiiri burada paylaşmak istiyorum. Aslında hepsi birbirinden güzel ve doğru mesajlar veren, çocuklarımızı da rahatsız eden durum. Minik eller duygu ve düşüncelerini dizelerine o kadar güzel dökmüşler ki; canlarım onları buradan tebrik ediyorum...

AH MEDYA AH!

Ah medya ah!
Annemi babamı aldın benden,
Hafta içi her gün,
Sıra sıra diziler,
Ah medya ah!

Akşam saat 20.00 olunca,
Annemin dizisi başlamış,
Şehrazat'ın çocuğu hasta olmuş
Yaprak dökümünün Ali Rıza babası
Çok kızmış.
Anneme soru sorunca
En heyecanlı yeri diyor.
Ah medya ah!

Babam yemeği yer yemez
Haberleri seyreder.
Kurtlar vadisi hiç kaçmaz
Babama soru sorunca
Şimdi en heyecanlı yeri diyor
Ah medya ah.

Hafta sonu olunca
Magazin kuşları
Kim şık, kim rüküş,
Seda Sayan'ın altıncı evliliği
Hülya Avşar kime ne demiş,
Bunlardan bize neymiş?
Ah medya ah!

Bu şiiri Manisa'dan 3.sınıf öğrencisi Ece ATAK yazmış. Bu şiirden de anlaşılacağı gibi medya birçok anne ve babaları da esir almış ve çocuk bu durumdan duyduğu rahatsızlığı dizelerinde çok güzel yansıtmış.

MEDYA ÇOCUKLARI

Biz medyayla büyüyen
Zamane çocukları
Eğlencemiz tek kişilik
İnternet oyunları.

Gazete ve dergilerin
Okuduğumuz kolları
En çok okunanlar
Magazin sayfaları.

Kendi adımız gibi
Biliyoruz onları.
Onlar evlerimizin
Her akşam konukları.

Artık diziler aldı
Sohbetlerin yerini.
Diyaloğu küfürlü
Komedi filmleri.

Yalnız ihtiyaç için
Kullansak biz medyayı,
Ayıklayıp içinden
Zararlı yayınları.

Medyanın az değil,
Çocuklara faydası,
Belgesel izlersek,
Tanırız doğayı,hayvanları.

Özenmesek kimsenin
Sihirli güçlerine,
Uçuyormuş sanıp
Çıkmasak pencereye.

Programlar hayali,
Gerçek dışı olmasa.
Şu büyükler bizleri,
Biraz ciddiye alsa.

Bu şiiri de Sinop'tan 4.sınıf öğrencisi Merve Çiğdem Akyüksel yazmış. Umarım büyükler çocuklarımızı ciddiye alırda, çocuklarımızın o güzel beyinlerini eğitici, insancıl ve ahlaki değerleri olan yayınlar yaparlar.Birbirinden güzel o kadar çok ödül almış şiirler var ki; Nerede Benim Susam Sokağım adlı şiiride yazmak isterdim ama şiirde çok uzun ve hepsine burada yer vermem de mümkün değil.Piyasa da var mı bilmiyorum ama bu kitabı bulabilirseniz alıp okumanızı öneririm. Sevgilerimle...

21 Ağustos 2008 Perşembe

Özenti, Gençlik Nereye Gidiyor? Boykot Ediyoruz.:(

Bir önceki yazımda taklitçilik konusunu ele almıştım.Şimdi bahsedeceğim konuda ona eş değerde olan ve gençlerimizi, çocuklarımızı kıskacına almış olan özenti konusunu anlatmak istiyorum. Ben ülkemdeki bazı durumlardan hiç hoşnut değilim.Çocuklarımızı yetiştirmek o kadar güç hale geldi ki, toplum olarak daha önce de bahsettiğim gibi üretmiyoruz,tüketiyoruz.Öyle ki gençlerimize topluma ait sunacağımız örnek olabilecek, gururlanacağımız şeyler yok denecek kadar azaldı.Bunda etken olarak da ben görsel medyayı görüyorum.Çocuklarımıza daha faydalı olacak, onları daha iyi yönlendirecek programlar göstereceklerine, ahlaksızca, kolay yoldan nasıl popüler olunur, nasıl lüks içinde yaşanır, zengin olunur bunlar aşılanıyor.Gençlik bunlara özendiği gibi; aklım bir türlü almıyor, anne ve babalarda bu tuzağa düşüp, çocukları o çarkın içine sokabilme hırsında oluyorlar.Nitekim de bazı gençlerimizin bu konuda sonları hüsranla sonuçlandı.Değer mi? Okuyup, ilim, irfan öğrenip, hanımefendi gibi, beyefendi gibi güzelce yaşasalar, bu vatana hizmet etseler ve de insanca, kültürel değerlerine, aile değerlerine, örf ve adetlerimize sahip çıkarak yaşasalar fena olmaz mı?

Bu konu burada belki tartışma konusu olabilir.Hani derler ya, "tuzu kuru konuşuyor" ama öyle değil.Belki çok şükür ben iyi durumdayım ama çocuklarımız konusunda endişeliyim.Çocuklarımızda bizim herşeyimiz.Hayatımız, canımız.Ben bu çarktan çocuğumu ne kadar uzak tutsamda, başaramayacağımı biliyorum. Çünkü çevreye özenti olayı burada ortaya çıkıyor.Sonra benim çocuğum benden gördüğü doğrulara ne kadar uyum sağlar onu bilemeyiz.Belirli bir yaştan sonra çevre daha çok etkili oluyor.Dediğim gibi görsel medya da bazı ahlaksız proğramlarda çocuklarımıza kötü örnek oluyor.Ben çalışan bir anneyim.Ben çocuğuma her yolu deneyerek televizyonun zararlarını anlatmaya çalışsam da, çocuk yine merakını yenemiyor ve evde yokken izliyor.Benim kızdığım durumlardan biride akşam gösteriliyorsa o programlar, sabah, öğlen, akşam tekrar tekrar yayınlanıyor.Özellikle yapılıyor.Başka türlü düşünemiyorum.Baş edemeyince de televizyonu bodrum katdaki depomuza indirdik.Boykot ediyoruz.Ya daha eğitici programlar, seviyeli, ahlaki değerlerimize, kültürümüze, örf ve adetlerimize uygun programlar sunulur ya da boykotumuz devam eder.sevgilerimle...
Bu konuyu ben başlattım ancak toplumsal bir sorun olarak gördüğüm için ben bunu blog oyununa çeviriyorum.Konumuz ÖZENTİ,GENÇLİK NEREYE GİDİYOR?Ben de bu konuda öğretmen arkadaşım Muhabbet Çiçeğim, Fikrimin İnce Gülü, Evrensel Çizgileri Sobeliyorum.

Not: Resim internetten alıntıdır.

13 Ağustos 2008 Çarşamba

BAŞKASI OLMA, KENDİN OL :))

Sevgili Pandoram beni yeni başlattıkları blog oyununa davet etmiş.Oyunun ilk konusu da (yanılıyormuyum ilk oyundu galiba değil mi?) Taklitçilik...Canım düşündüğün için teşekkür ediyorum.Günümüzün şartlarına uygun diye düşündüğüm güzel bir konu seçmişsiniz.Ben de elimden geldiğince bu konudaki düşüncelerimi belirtmeye çalışacağım...Umarım beğenirsin...Sevgilerimle...

Tarkan' ın "Başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin" şarkı sözü ile başlamak istiyorum.
Taklit olayı hiç tasvip etmediğim bir durumdur. Bizler her birimiz bir bireyiz. Hiç kimse hiç kimsenin aslı değildir. Ben bana özelim, sen kendine özel.Taklitçilik, yapan kişiyi komik duruma düşüreceği gibi, aslını da yaşatır. Sen zavallılığınla kalırsın. Bence insan kendi değerlerini keşfetmeli, onları ön plana çıkarmalı ki saygınlığı, değeri daha da artsın. Her insanın kendisinin bile farkına varamadığı çok önemli vasıfları vardır. Önce kendimizi tanımalıyız ve kendimizin farkındalığına varmalıyız. Yaptığım şeylerin bana özel olması, benim fikrim, benim üretimim diyebilmek...Bundan daha gurur verici ne olabilir ki...Sadece bende olmalı, bana özel olmalı...O nedenle kendi yaptığım el emeği çalışmalarımı, her zaman için daha çok sevmişimdir...

Günümüzde millet olarak da artık üretmiyoruz, tüketiyoruz ve taklit ediyoruz. Her konuda taklit hayatımızın bir parçası olmuş durumda. Öyle ki başkalarının hatalarını bile taklit, yaşam tarzını taklit, giyim tarzı, konuşma tarzı...Bu nedenle dejenere olmuş bir gençlik ve sonrasında millet ortaya çıkıyor. Bana göre bu durum güzelim örf adet ve kültürümüzü yok ediyor, değerlerimizi, saygınlığımızı yok ediyor, bizi basitleştiriyor. Güzelim dilimizi, Türkçemizi de bozuyoruz. Bunda da daha çok görsel medya etkili oluyor. O tür insanları popüler yapınca gençlikte onlara özeniyor haliyle. Haaaa! bana göre popüler oluyorlar mı? Hayır. Aksine rezil oluyorlar. İnsan olarak hayatımızı sağlıklı, huzurlu ve mutlu bir şekilde sürdürmeliyiz. Elimizdeki imkanlarla mutlu olabilmeyi öğrenmeliyiz. Maalesef başkalarının hayatına, yaşam şekline özenenlerin sonunun hüsranla sonuçlanacağını düşünüyorum. Çünkü kendileri olmaktan çıkıyor ve mantıklı hareket edemiyorlar. Her konuda ilk olmak bana göre daha hoş bir duygu. Benim yaratıcılığımdan, benim başarılarımdan, yaşam şeklimden insanlar etkilenmeli, bana özel olmalı. Fakat kimse bana da özensin demiyorum. Ancak kendi hayatına şekil vermek, kendi aklı ile başarılar elde etmek herkesin elindedir diye düşünüyorum.

Bende bu konuda sevgili blog arkadaşım Gökkuşağının Rengini bu blog oyununa dahil ediyorum. Gökkuşağım tatilden yeni geldin, bu enerji ile yazabileceğini düşünüyorum.Hadi bakalım kolay gelsin. Ebrucuğum, işlerinin yoğunluğundan geciktirebileceğini söyledin ama olsun ne zaman fırsat bulursan.Sevgiyle ve sağlıkla kalın.



8 Ağustos 2008 Cuma

BENİ ETKİLEYEN ÜÇ AŞK KİTABI VE SOBE...

Sevgili Muhabbet Çiçeğim beni sobelemiş.En çok etkilendiğim "Üç Aşk Romanı" konusunda...Canım düşündüğün için teşekkür ediyorum.Umarım yazımı beğenirsin...

Ben arkadaşımın kendisine de bu konuda yorum yapmıştım.Zor bir ödev olacak bu konuda diye.O nedenle Özür diliyorum.Bu konuda etkili bir yazı yazabilecek miyim bilemiyorum.Öncelikle kitap okumayı çok seviyorum ancak çok uzun yıllardır aşk kitapları okumuyordum.İlgi alanım farklı konulara kaydı.(Tarihimizi anlatan kitaplar, toplumsal gerçekleri anlatan kitaplar, biyografi tarzı; ünlü insanların hayatları, anıları, kişisel gelişim ve psikolojik kitaplar, çocuk gelişimi üzerine yazılan kitaplar) Yukarıda gördüğünüz kitaplar okumak için sıradalar.Soner YALÇIN' ın taa Osmanlılar zamanından beri Türkiye Üzerine oynanan oyunlarından bahseden kitapları.Efendi 1-2. Hatta 1.sine başlamıştım. Fakat bu ödevim itibari ile yıllar önce okuduğum kitaplarıma şöyle bir göz atmak için ara vermek zorunda kaldım. Atamızla ilgili her türlü yazılan, ona ait herşeyi de merak ettiğim için "Atatürk'ü Kimler Öldürdü "adlı kitabı kitapçıda görür görmez aldım. Okuduğum kitaplardan yeri geldikçe bahsedeceğim.
Yine yukarıda görülen kitaplarda benim bir yıldır cebelleştiğim, görevde yükselme adına ezberlediğim kitaplar. Sadece bunlarla da kalmadım tabii. Ayrıca kurumumuza ait yapılan çalışmalar, yönetmelikler, kanunlar, 657 devlet memurları kanunu sular seller gibi ezberlendi ve tabii ki de mükafatını aldım ve bir üst ünvana terfi edildim. Darısı bizim durumumuzda olanlara...
Malüm anneyim.Bu zamanda çocuk yetiştirmek o kadar zor ki. Bilinçli bir anne olmak adına çocuk gelişimine ilişkin kitapları da okumak zorunluluğu hissediyorum doğal olarak.Yavrularıma yapabileceklerimin en iyisini yapmak istiyorum. Bunun içinde okumak şart diye düşünüyorum...
Yine kişisel Gelişim Kitaplarını da çocuklarıma daha güçlü ve sağlam kişilikli bir anne olmak adına ve kendi öğrendiklerimi onlara da verebilmek adına okuyorum. Ayrıca duygusal bir insanım. Bazı olayların etkisinde kalıp duygu yoğunluğu yaşayabiliyordum.Güçlü olmayı, kişiliğimi daha da geliştirmeyi, mantığımla ve aklımla olayların üstesinden gelebilmeyi öğrenmek adına yönelmiştim bu kitaplara da. Bu kitapların hepsini okudum. Aşkın Celladı beni biraz sıktı ama tatilde zorla da olsa bitirdim. Ancak secret, yaşamak sevmek ve öğrenmek, Öğrenmeyi öğren gerçekten önerebileceğim en mükemmel kitaplar. Zevkle okudum diyebilirim.
Şimdi gelelim sobemizin konusuna...Etkisinde kaldığımız Üç Aşk Kitabı...
Birkaç yıl önce okumuştum.Mehmet RAUF' un ilk psikolojik kitabı olan Eylül...Konusu da Suad adlı bir bayanın yasak aşkı...Suad Süreyya ile evlidir.Eşi kendisini çok sever.Evliliklerinin beşinci yılında monotonlaşan evliliklerine renk katabilmek adına Süreyya'nın ailesinin yanında kalıyorlarken, boğazda bir yalı kiralarlar ve orada yaşamaya başlarlar.Suad müzikle ilgilidir ve piyano çalar.Daha sonra Süreyya'nın kuzeni Necip sık sık ziyaretlerine gelir ve bu arada Süreyya'nın ilgisizliği ve ortak konularda paylaşımlarının olmaması ve Necip'in de Suad' ı can sıkıntısından kurtarıp, eğlendirebilmesi birbirlerine daha da yakınlaştırır...
Ancak aşkları sebebiyle bir takım toplumsal irdelemelere girerler, namus, Aşk, hayat, evlilik sorgulanır. Salt birbirlerini düşünen, dünyayı umursamayan bir aşk değildir Suad ve Necip'in aşkı. Suad kocası Süreyya'yı da düşünür ve Necip kuzeni Süreyya'yı da düşünür. Suad ve Necip, Süreyya uğruna kendi aşklarından vazgeçerler.
Sırada Emile ZOLA' nın Bir Aşk Sayfası adlı yapıtı var.Burada da yine yasak aşktan bahsediliyor. Evli bir doktor ile doktorun kendi kiracısı olan genç ve dul bir kadının çaresiz aşkı konu ediliyor.Herşey dul kadının kızının hastalanması ile başlıyor.Doktor hasta ilişkisinin içine gönül bağı giriyor. Zamanla tutkuları aşka dönüşüyor ve başlangıçta güzel başlayan bu aşk acı ve ıstıraba dönüşüyor.Kitaptaki dul kadın annelikle kadınlık içgüdüsü arasında sıkışıp kalıyor.Daha sonra kadınlık içgüdüsüyle yasak aşkın içerisinde buluyor kendisini.Ancak kızının bu durumu farkedip çılgına dönmesi üzerine Doktoru ihmal edip kızı üzerine yoğunlaşıyor.Bu arada da doktor karısı ile tekrar yakınlaşınca çılgına döner.Kitabın sonu hüzünle biter.Kadın aşkını kaybettiği gibi kızıda ölmüştür...
Git Kendini Çok Sevdirmeden
Tuna Kiremitçi Git Kendini Çok Sevdirmeden adlı romanında bir kadının yaşamından iki farklı kesit sunmaktadır. Romanın kahramanı Arda Akad 40 yaşlarında, bir diş doktoru ile evli, çocuk sahibi ve İstanbul’da yaşayan bir kadındır. Bir trafik kazasında oğlunu kaybeden Arda, Eskişehir’deki annesinin yanına, doğduğu ve büyüdüğü eve gelir. Arda annesinin evinde çocukluk ve gençlik dönemlerini hatırlar. Arda’nın İstanbul' da okuyan, Fırat adında bir erkek kardeşi vardır. İçine kapanık bir genç olan Fırat’ın bir sıkıntısı vardır. Fırat’ın sorunu kendisinden hamile kalan kız arkadaşıdır. İki kardeş soruna çözüm bulabilmek için aileye tatile çıkacaklarını söyler. Böylece hem para alabilecekler hem de İstanbul’a gidebileceklerdir. Amaçları İstanbul’da bir doktor bularak çocuğu aldırmaktır. İstanbul’da Fırat’ın arkadaşı Ertuğrul’un evinde kalırlar. Fırat sorunun çözümü için uğraşırken Arda da İstanbul’u dolaşmaktadır. İstanbul’da kaldıkları süre içerisinde Arda ile Ertuğrul arasında bir yakınlaşma olur. İkisi de birbirinden hoşlanır, fakat durumun farkında değillerdir. Arda ve Fırat Eskişehir’e dönerler.Arda daha sonra Ali adlı bir diş doktoru ile evlenir ve bu evlilikten bir çocuğu olur. Fakat bir trafik kazasında çocuğunu kaybeder. Sıkıntılarından kurtulmak için de annesinin yanına, Eskişehir’e gelir. İstanbul’a dönmek için hazırlık yaparken Ertuğrul’dan bir haber alır, Ertuğrul kendisiyle görüşmek istemektedir. Arda, Ertuğrul’un görüşme isteğini kabul eder. Bunun üzerine Ertuğrul Eskişehir’e gelir ve bir otele yerleşir. Ertuğrul’un Kanada’lı bir kadından Dünya isimli bir kızı vardır. Ertuğrul, annesini trafik kazasında kaybeden kızının daha iyi yetişmesi ve eğitim görmesi amacıyla Arda’ya vermek istemektedir. Arda bu teklifi kabul eder ve İstanbul’a doğru hareket ederler.
Bu kitabı okurken sonu nasıl bitecek derken, tam bir hayal kırıklığı yaşamıştım.Sanki kitabın son sayfaları yok edilmişde yarım kalmış gibi.O nedenle filmin yarısını izleyipte yarısını izlememişim havasında olduğu için can sıkıcı buldum diyebilirim.

6 Ağustos 2008 Çarşamba

MUHABBET ÇİÇEĞİM İYİ Kİ DOĞDUN!..:))

5 Ağustos Muhabbet çiçeğimin doğum günüydü.işlerimin yoğunluğundan bloğumun başına oturamadım.Canım sağlıklı,mutlu,huzurlu,hayırlı, bol kısmetli daha nice seneler diliyorum.Sevdiklerinle birlikte sağlıkla ve mutlulukla inşaallah güzel ömür geçirirsin.

Dilerim yeni yaşında mutlulukların en güzelini yaşarsın. Dilerim yüzün hep güler, neşeni hiç kaybetmezsin.Dilerim şans ve kısmetin bol olsun. Hep sevgi dolu kalman ve mutlu olman dileğiyle... Doğum günün kutlu olsun!

1 Ağustos 2008 Cuma

Uykularımızı Bir Gözden Geçirelim Bakalım...

Sadece aptallar sekiz saat uyur... Bu başlığı okuduğumda çok ilginç gelmişti.Benim bildiğim ideal uyuma süresi sekiz saatti. Bu kitabın yazarı ne demek istiyordu.İşte bu merakla Erdal Demirkıran'ın sadece aptallar sekiz saat uyur adlı kitabını hemen okumak ve ne demek istediğini öğrenmek istedim.

Kitap yabancı bir yazarın kaleminden çıkmış izlenimini veriyor bana. Bilimsel bir kitap gibi de geldi ancak kurgusal bir anlatımla başlıyor.Bununla birlikte insanı gerçekten düşünmeye de sevk ediyor.Yani kitapta anlatılanları gerçek hayatımıza uygulamamız gerektiğini ve amacın da bu yönde olduğunu hissettiriyor.Yazarın amacı insanların hayatlarının büyük bir bölümünü yastığa bağımlı geçirmek yerine ideal olan 4-6 saatlik uykudan sonra kalan zamanlarını da çalışarak ve verimli olarak geçirmek gerektiğini ve bu sayede de ömrümüzü uzatabileceğimizi savunuyor.


Kitap, bir cinle otuz yaşlarında bir kalp doktoru olan Kendyn arasında geçen diyaloğla başlıyor.Cin, Kendyn' in az uyuyarak ömrünü uzatabileceğini ve uykuda geçirdiği zamanın kalan bölümünü de daha yararlı işlere ayırabileceğini anlatıyor.Bu konuda ikna edebilmek içinde Kendy' e görünmezlik iksiri içirerek onu gezintiye çıkarıyor.İlk uğradıkları yer ise Leonardo Da Vinci oluyor.Burada da Da Vinci'nin her dört saatte bir olmak üzere toplam yarım saat uyuduğunu, sonra saat falan kurmadan ya da uyandırılmaya ihtiyaç duymadan, zamanı gelince uyanıp işinin başına döndüğünü anlatıyor.Doğrusu kitabı okuduktan sonra internetten bu insanların hayatlarını okuyup araştırdım. Ancak hayatlarını anlatan yazılarda bu yönlerine rastlamadım. Ancak kanımca yazar bu konuda da araştırma yapmış ve bu konuda gerçekliğe yer vermiştir.Çünkü büyük dahi insan olmak için o kadar çalışmak ve mümkün olduğunca az uyumak gerekir.


Burdan sonraki uğradıkları yer Isaac Newton'du. Isaac Newton' da masanın başında duran dünyaya saatlerce bakıyor.Önünde duran deftere saatlerce birşeyler yazıyor.Daha sonra uykusu gelince yerde duran metal parçasını eline alarak masanın üzerinde uyuyor ve uyuduktan sonra elinden metal parçası düşüyor ve bu sese Newton uyanıyor ve tekrar birşeyler yazmaya başlıyor.Birazdan uykusu gelince tekrar metal parçasını eline alıp uyuyor ve metal parçası elinden düşünce tekrar uyanıyor ve çalışmasına tekrar başlıyor.Newton'un bu metal düşürme olayı tam beş defa gerçekleşiyor ve onbeş dakika sürüyor uyuma süresi.Buradan da Edison'un yanına gidiyorlar.Edison'da her üç saatte bir onbeş dakika uyuyarak hayatını yaşadığını, günde toplam iki saat uyuduğunu anlatıyor.Karısının getirdiği yemeklere bile dokunmayan, uyumayı ve yemek yemeyi beceremeyen bu insana aradan biraz zaman geçince Edison denecek ve dünyayı aydınlatan büyük dahi diye tanınacak. Daha sonra Dostoyevski' ye uğrayacaklar...En sonunda da Kendyn' nin beyin merkezine Hipotalamusla görüşmeye gidecekler falan......


Uzun lafın kısası; uykusunu ideal bir süreye taşıyabilmek için öncelikle insanın hipotalamusuna hükmetmesini öğrenmesi gerektiğini anlatıyor. Yazar özetle; insanın uykusunu hergün onbeş dakika daha az uyuyarak, ideal uyku süresini ayarlayabileceğini iddia ediyor.Deneyelim Bakalım...